Bir ülkede kamu görevlileri olan hukukçuların (savcı, hakim) kanunların uygulanışında; özellikle suçun tesbitinde, delillerin değerlendirilmesinde ve nihâyetinde kararın verilmesinde mümkün olan en âdil tavrı göstermesi/göstermemesi hukuk sisteminin işlerliğini ve ülkedeki "haklar çatışması"nın sağlığını doğrudan etkiler. Kamu hukukçuları âdil ve tarafsız davranmadıkları zaman, sadece tâciz ettikleri tarafların değil,buna bağlı olarak o ülkede yaşayan insanların tümünün adalete güven duyma hassasiyetlerini de yıpratırlar. Güçlü olan haklı olur, haklı olan güçsüz mağdur olur.
Türkiye gelişimini maksimum düzeylere taşımış sistemlere göre "hukukun üstünlüğü" kriterlerine maalesef yeterince uyuyor sayılamaz. Türkiye'de adalet hukukçuların özlük haklarından,kanunlardaki sistematik entegrasyon bozukluğuna ve bina/ödenek gibi maddi sebeplerin yetersizliğine kadar bir çok "ağır" sorunla boğuşmaktadır. Kuşkusuz bu sorunların hiçbiri hiçbir hukukçunun adil davranmasına engel sayılamaz. Ancak; bir savcının veya yargıcın atanma usulleri ile ilgili sorunların çözüm sistemi, kişilerin veya kurumların keyfî, ideolojik veya çıkar amaçlı yapılanmaların doğrudan müdahalesine açıksa;yolsuzluk ve soygun mekanizmalarından pay alan siyasi otoritenin bazı unsurları, bürokratlar, işadamları çıkar döngüsü kurmuşsa, yargıç ve savcıların adil davranmaları kendileri için hem mesleki hemde hayatî risk taşıyacaktır.
Hukukun üstünlüğü yargıç ve savcıların meslekî yeterlilikleri ile birlikte sistem yeterliliğini de gerektirdiği ve bununla birlikte hukukçuların "vicdan" mefhumuna önemli vurgular yapan bir hukuk sisteminde ahlakî yeterliliklerin de en temel ayıraç olduğu gözönünde tutulursa Türkiye'de bu gerekliliklerin tam ve homojen olarak sağlanmadığı açık bir şekilde görülecektir. Özellikle bazı hakim ve savcılarda büyük bir dikkatle gözlenen ahlak nosyonlarının, söz konusu sorunlar nedeniyle basit bir erozyon etkisi yaşaması bir çok hukuk felâketine neden olmaktadır. Zira hukuk sisteminin işlerliği ve tüm vatandaşların haklarının üstünlüğü yargıç ve savcıların hassas ölçümlerine bağlıdır.
Ahlakî deformasyona uğramış bir hukukçunun sosyal dokuyu bozma riski, diğer etkenlerden daha yüksektir. Bu riske göre adalet mekanizmasına karşı geliştirilen güvensizlik duygusu, diğer gayr-î meşru yapılanmaları başlatacak; çıkar ilişkileri dolayısıyla hukukçular üzerinde mesleki ve hayatî tehditler oluşacak; sistem yetersizliklerinin neden olduğu bozulmalar hukukçuların ahlak yapıları üzerinde yıkıcı etkiler yapacaktır. Son durumda hukukun üstünlüğüne göre herhangi bir dava görülemez hale gelecektir.
Bazı kamu hukukçularının yeni bir döngü oluşturarak, sistem yetersizliklerinden türeyen gayr-î meşru örgütlenmelerle içiçe olması, organize yapılanmalarla seks, eğlence ve bol para üçgeninde "lüks hayat" yaşaması, Türk Toplumu'nun temeline dinamit konulmasıyla eşdeğerdir. Zaman zaman kamuoyunun bilgisine sunulan bazı haberlerin "aysberg" özellikli haberler olduğu değerlendirildiğinde ve son dönem Türkiye'sinde bilhassa eski suçların cezalandırılmasına ve zararların tazminine yönelik idari eylemler dolayısıyla devlet aleyhine kamu hukukçularının verdiği kararlar incelendiğinde mevcut gayr-î meşru ilişkilerin gücünün gözlenebilir halde olduğu anlaşılacaktır.
Büyük ekonomik krizler (2000 ve 2001 Krizleri) yaşanan bir ülkede, herhangi bir mahkeme kolaylıkla açılacak bir kamu menfaati davasıyla yargılanacak bir "sanık" bulamamıştır. Türk toplumu, siyasî iktidar değişikliğiyle "yüce divan" mekanizmasını hatırlama fırsatı bulmuş; ancak kanunlardaki "zaaf" dolayısıyla hukuken tesbit edilen suçların cezâlandırıldığına maalesef şahit olamamıştır.
Topyekun yeniden yapılanma dönemi olarak adlandırılabilecek bu yeni dönemde bile, "aysberg"in görünmeyen kısımlarına ulaşılamamıştır. Çöküş döneminde ahlâkî deformasyona uğramış olan bazı kamu hukukçuları görevlerine hâlen devam etmektedirler. Basın-yayın organlarına sık sık düşen haberler, söz edilen hukukçuların basit bir "yer değiştirme" ile görevlerine devam ettiğini gözler önüne sermektedir.
Şüphesiz Türk Adalet Sistemi güçlüdür ve gücünü korumak üzere gerekenleri yapmakla mükelleftir. Sâde bir vatandaşın en büyük beklentisi budur. Kesinlikle unutulmamalıdır ki; hukukun üstünlüğüne hâlel getiren gayr-î meşrû ilişkiler devam ettiği sürece Türkiye'de herhangi bir "hak arayışı" asla yerini bulmayacaktır.
Seçkin DENİZ