Devletin neden var olduğunu ve neden var olmaya devam etmesi gerektiğini incelemeden devletin Dünya'da ve Türkiye'de neden aynı şekilde algılandığını görmek mümkün değildir. Evet; Devlet, Dünya'da ve Türkiye de aynı şekilde algılanmaktadır. Bu gerçeği, ortak insanlık tarihinde mevcut olan sebeplere dayandırabiliriz; ancak özenle görülmesi gereken husus şudur; bilgiye ulaşma ve özgürlüklerin kullanımındaki hareket alanları Dünya'nın farklı kıtalarında farklı olarak gelişmiştir. Ülkelerin kuruluşlarındaki sebeplerin de çok etkili olduğu bu dönüşüm ve gelişim aşamaları, kıtalardan ülkelere doğru hızlı ya da yavaş süreçler yaşamışlardır ve yaşamaya devam edeceklerdir.
Bilgi ve özgürlük ikilisinin etkilediği insan, yaşadığı toplumu değiştirme görevini yerine getirirken, muhakkak ki engellerle karşılaşacaktır. Tarihsel analizler gözönünde tutulursa bu engellerin şiddet düzeyleri de görülecektir. Özellikle Avrupa kıtasında farklı güç merkezlerinin oluşması ve bu oluşumlarla koordine edilmiş ayaklanmalar, zihinlerdeki devletin şiddet ve baskıya dayalı yöntemlerini sorgulamasını gerektirmiş -hatta zorunlu kılmış- bundan sonraki gelişmeler de, devletin merkezil gücünü insanların hizmetine adamış olmasını ve insanların mutluluğunu sağlamasını hedef noktasına koymuştur.
20.yüzyıl başlarında dağılan imparatorluklarla birlikte, yöneticilerin, kralların mutluluk ve tatmin hedeflerine uygun sistemler kuran devletler, tarih mezarlığına gömülmeye başlamıştır. Avrupa kıtasında çok etkili olan ve açık bir şekilde görülebilen bu değişim, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin kökenine doğru uyguladığı baskılardan da payını almıştır; buna karşılık devletin kutsallığının din merkezli nedenlere dayandırıldığı Asya ve Afrika Kıtaları, bu değişim akımından fazla etkilenmediler. Özellikle 'kutsal devlet-kutsal lider' dualizminin yaygın olduğu ve mistik gerekçelerin -dinlerin, hainliğin, onurun- devletin elinde birer denetim mekanizmasına dönüşmüş olduğu Çin, Japonya, Hindistan, Orta Asya , Ön Asya, Arap yarımadası ve kabile aristokrasisinin sürdüğü Afrika ülkelerinde devlet ,binlerce yıllık statüsünü korumaya devam etmiştir. Temelde batı ile doğu arasındaki gelişmişlik farkı ve devlet-vatandaş ilişkisi bu ayrışım ışığında daha net görülebilmektedir.
Batı, Amerika Birleşik Devletleri'nin insan/birey-merkezli yaklaşımlarını iki dünya savaşı sonrasında tercih etmek zorunda kalmıştır. İtalya, İspanya, Yunanistan ve Balkan Ülkeleri, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, devleti aynı hızla insanların mutluluğu için kullanılan birer araca dönüştürememişlerdir. Fakat; Rusya 19.yüzyılın kapitalist devlet politikalarına tepki olarak, bireyin ve toplumun mutluluğunu hedefleyen sosyalizmi tercih ederken, hedeflediğinin tersine devleti tarihsel merkeziyetçiliğinin zirvesine ulaştırmıştır. Bu çelişki, 20.yy gerçekleri içinde fazla direnemeyen ve yıkılan bir devletler bloğunun yaşadığı dramı daha iyi anlatır. Bununla beraber, Rusya ve bitişik devletleri insan merkezli 21. yy devlet sistemlerine dönmekten başka seçenekleri olmadığını kavramış görünmektedir. Her ne kadar bu kolay bir dönüşüm olmayacaksa da, en azından devlet kavramının sorgulanmış olduğunu kanıtlamaktadır.
Çin ve Japonya'daki mistik orijinli devlet anlayışı değişme olasılıklarına çok kolay sahip olmayacaktır. Özellikle Japonya, bireylerinin ulaştığı bilgi düzeyine karşılık, 'özgürlük eylemsizliği' dolayısıyla insan merkezli bir dönüşüm geçirmekte zorlanacaktır -devlet hâlâ kutsaldır-. Hindistan ve Çin binlerce yıllık medeniyetlerinin sağladığı tek dezavantajları olan bağımlılığı hedeflemekten vazgeçememeleri dolayısıyla da kolayca değişemeyecektir.
Afrika ülkeleri'nde ise,temel kabile ve lider kavramları, sanılanın aksine, sorgulanmaktadır. Afrika'da, sömürge imparatorluklarının dağıttığı kutsal mekanizmalar zayıflamış ve bu durum bilgiye ulaşan bireyin değişim yönünü kamçılamıştır. 21. yy da afrikadaki ülkelerin çoğu, insan merkezli devletlere dönüşecektir...
İslâm ülkelerinde mevcut olan 'kutsal devlet ve kutsal emir' dualizmi de, devleti sorgulamayı sürekli geciktirmiştir. Aslında müslümanlar, insanların mutluluğu için var olan devlette, devleti insanların hizmetinde çalıştırabilecek insanları yönetir halde görmek istemişlerdir. Ne yazık ki; müslüman ülkelerde Asr-ı Saadet dönemi ve Osmanlı hakimiyeti dışında insan mutluluğunu hedefleyen mekanizmalar oluşmamıştır. Batı'dan esen özgürlük rüzgarları, doğuda olduğu gibi, kutsal ve mistik duvarlara çarparak dağılmışlardır. Sonuçta; İslâm Ülkeleri, İslâm Dini'nin emirleri karşısında kutsal dualizmi daha fazla tercih edemeyeceklerdir; bilgiye ulaşmayı emreden İslâm, kendi insan merkezli devlet anlayışını tekrar formüle edecektir...
Türkiye, yaptığımız bu analizde coğrafi konumun gerektirdiği şekilde davranmış olmakla tarihteki yerini alacaktır. Fakat buna rağmen, diğer islam ülkelerinde olduğu gibi değişimi ve gelişmeyi erteleyen devlet mekanizması sürekli sorgulanmıştır. Bilgiye ulaşma yolları tıkanan insanlar, tebaa'ya dönüştürülmüş; tıpkı çağdaşları olan diğer ülkeler gibi devlet, hakimiyetini sürdürmek için bireyleri feda etmekten çekinmemiştir.
Özgürlük ve bilgi ikilisinin etkilediği insanlar, imparatorluk bünyesinde zaman zaman var olmuşlar ve bu durum ayaklanma süreçlerinin koordineli olmasında zaaflar oluşturmuştur. Meşrutiyet ve daha sonra yaşanan İttihat ve Terakki deneyimi, devleti var olan kimliğinden uzağa taşıyamamıştır; halk tebaa kalmaya devam etmiştir. Halk için gerekli olanı, halk değil devlet tercih etmiş ve onun yerine karar vermiştir. Cumhuriyet dönemi ve yapılan tüm değişiklikler halk için yapılmış; ancak halka sormak mümkün olmamıştır...
Yine Devlet, insanlar için iyi olanı, insanları zorlayarak öğretmiştir. Batı'nın, kendi insanları için diğer insanları sömürmeye dönüşen kararlı tutumları, Türkiye'nin devlet gücünün insanların tepesinde duruyor olması sürecini de uzatmıştır. Ne yazık ki; diğer sömürü araçlarına fazla direnemeyen Türkiye büyük kaos dönemleri yaşamıştır; bu kaos dönemlerinin hiçbirinde halk yoktur. Buna rağmen ezilen ve baskı altına alınan yine halk olmuştur. Bilgiye ulaşım mekanizmaları hiç bir zaman istenen/planlanan düzeye ulaşmamış olduğundan halk kendisi için iyi olanı isteyecek potansiyele sahip olamamıştır...
Sevindiricidir, ki; Avrupa Birliği'ne üyelik görüşmelerinin başlayacağı 2005 yılında yaşayan Türkiyeliler, sistemli olarak değilse bile, iletişim araçlarının sağladığı imkanlarla bilgiye ve özgürlük yollarına ulaşmayı başarabilmiş olmanın yararlarını görmeye başlamışlardır; ama yine de devlet ve halk ilişkileri hala istenen düzeyde değildir...
Peki, Türkiye ve insanlık için ideal olan ilişki türü nasıl olmalıdır?
Halka, kendisi için iyi olan sorulmadığı sürece, devlet ve halk ilişkileri asla hayal edilen boyutta olamayacaktır. Halk elektronik çağı olan 21 yy. da, seçtiği vekillerin ve seçtiği hükümetlerin verdiği kararlara uymak zorunda kalmamalıdır; seçilenlerin her kanun için halkın fikirlerini alabileceği bir elektronik sistem uygulanabilir hale getirilmeli ve halk kanunları değiştirme yetkisini asla devretmemelidir; vekiller kanun teklif edebilme hakkı dışında hak sahibi olmamalıdırlar. Doğal olarak bu durum bu referandumun sürekliliğini zorunlu kılmaktadır; başka bir çözüm yoktur. Bu yöntemle kanun değiştirmek zor bile olsa, sık sık kanun değiştirmemek gerçeği de kabullenilecektir.; halk kendi kültür düzeyi nispetince değişimi onaylamadığı sürece onu zorla değiştirmek mümkün olur gibi görünse de , yaşanan insanlık kaosları hatırlanırsa gerçekte bunun mümkün olmadığı görülecektir.
Seçkin Deniz