53. Analiz: Siyasî Liberalizm ve Türkiye -16.02.2008-
Türkiye'de siyasî liberalizm'in öyküsü, çok uzun bir öyküdür. Bu öykünün kahramanları da sanıldığı gibi çok fazla değildir. Üstelik böyle bir öykü gerçekte çok fazla kimsenin dikkatini çekmemiş, böyle bir hedefin gerekliliği üzerine de analitik anlamda kafa yorulmamıştır. Cumhuriyet öncesinde basit anlamda "çağrışım" değerli bazı çabalarda -mesela Tanzimat Fermanıyla gayr-i müslim unsurlara ayrıcalık tanınmasında- dahi siyasî liberalizmin esâmesi bile okunmaz. Cumhuriyet sonrasında yaşananlardan göze batanlar ise; Menderes döneminden az önce vatandaşlara tanınan bazı haklar, Menderes döneminde olabildiği kadar homojenize edilmiş, ekonomik liberalizm ve siyasi liberalizmi çağrıştıran bazı fırsatlardır.
Menderes sonrasında liberalizmden bahsetmek zenginlerin haklarını savunmak anlamına geldiği için, ekonomik liberalizmle yapışık ve onun ardılı olan siyasî liberalizm, Türkiye'de yükselen sosyalist/kapitalist egemenler sayesinde öcüye dönüştürülmüş, darbeler ve koalisyonlarla cumhuriyet öncesindeki yerine gönderilmiştir. Ve Türkiye'de yeniden doğmak için, Turgut Özal gibi bir devlet adamı ile Recep Tayyip Erdoğan gibi "serdengeçti" nin gelmesini beklemiştir.
Liberal anlamda Türkiye'deki değişim, 1991'de SSCB'nin çöküşünden az önce "Özal Dönemi"nde başladı. Özal, henüz soğuk savaş sona ermediği için, karakol özelliği olan bir ülkeyi, Amerika'nın veya NATO 'nun elinden çekip alamıyordu. Çekip alamadığı için de, onlarla beraber -stratejik(!) ortak olarak- bölgesel ve küresel anlamda politika üretmeye çalışıyordu. SSCB'nin çöküşü çok ani olduğu için batı buna hazırlıklı değildi; dolayısıyla da Özal, hızlı düşünebilme özelliğini kullanarak SSCB'nin boşalttığı egemenlik sahasını doldurmaya niyetlenen niyetlendi. Sonradan oluşturulan Bağımsız Devletler Topluluğu'na Amerikasız giremeyeceği için "alt partner" olarak ABD'yi seçti, ama bu alt partner formunu sadece görünürde tuttu. ABD, Özal'ın Adriyatik'ten Çin'e kadar uzanan sahada çok boyutlu, gizli ve açık organizasyonlarını çok çabuk fark etti. Özal'ın kendi başına geliştirdiği projelere izin vermedi. I.Körfez Savaş'ında Özal'a çok büyük bir "kazık" attı. Özal, kendi ülkesinde taban kaybetmeye başladı ve kurduğu partiden uzaklaştırıldı. Sonra da şaibeli bir şekilde öldü. Kim bilir belki de O'nun etkisizleştirilmesindeki tek sebep ülkesine getireceği ekonomik ve siyasî liberalizmdi.
Özal'ın soğuk savaş dolayısıyla geliştiremediği siyasî liberalizm, eski siyasî aktörlerin tekrar pazara sürülmesiyle 21.yüzyıla ertelenmek zorunda kaldı. Soğuk savaşın Türkiye piyonları ülkeyi 10 yıllık bir kaosa sürüklediler. Özal'ın ölümünden önce başlayan siyasi ve ekonomik kaos, Türkiye'nin kendine özel bölgesel politikalar üretmesini engelledi. Demirel'in Orta Asya Ülkeleriyle ilgili "kişiliğiyle müsemma tutarsız politikaları" Türkiye'ye akraba devletler nezdinde itibar kaybettirdi.
Yine aynı süreç dahilinde SSCB tamamen tarih sahnesinden silinince, karşıtlık ilkesine göre dizayn edilmiş ABD hegemonyası dünyadaki değişimleri yönetemedi. SSCB, ABD'nin saldırganlığını engelliyor vahşi kapitalizmin küresel egemenliğine set oluyordu. Soğuk savaş döneminde NATO bünyesinde tüm silahlanma giderlerini finanse edebilen ABD,silahlanma yarışı sona erince, bu yarıştan beslenen silah sanayii'ne dayalı astronomik gider-gelir dengesini koruyamadı. SSCB'yi çökerten silahlanma ekonomisi, ABD'yi de çökertmeye başlamıştı. I.Körfez Savaşı, silahlanmadaki finansmanı sağlamak için yapıldı. Ve zengin Araplar I.Körfez Savaşı'nın masraflarının yüzde seksenini finanse ettiler. ABD, bu savaşla on yıllık bir finansman sağladı. I.Körfez Savaşı'ndan sonra NATO, resmi beyanlara göre yeni düşman olarak belirlediği İslam'la, dünyadaki karşıtlık dengesini büyük bir eşitsizliğin içine sığdırmaya çalıştı. Sovyet Bloku'nun aksine geniş bir coğrafi ve siyasi alana yayılan İslam, SSCB gibi bir tek yapıdan oluşan blok değildi, bu da ABD'nin silah sanayii için yeterli bir finansman sağlayacak kadar küresel silahlanma sağlamadı. ABD, İsrail-Arap anlaşmazlıklarını diri tutarak hatta körükleyerek İsraillilerin ve Arapların silahlanmasını teşvik etti. Askeri bağışlarla başlayan ve yedek parça bağlantılarıyla devam eden yapılanma da NATO ülkelerinin silah sanayiilerinin ayakta kalmasına yetmedi. 11 Eylül Saldırısı'nın karanlık altyapısında yeni hedef olarak "İslami Terör" kavramı oluşturuldu. Nihayetinde bu hesaplar içinde Türkiye eski karakol niteliğini farklı bir formatta devam ettirmek zorunda kaldı; ne doğuya ne batıya yaranabildi. Ecevit döneminde sürüklendiği ekonomik krizle boğuşmaya devam ettiği için de kaybetmeye devam etti. Ancak bu çok uzun sürmeyecekti.
Ancak ABD çok büyük bir hata yaptı; batılı ülkelerdeki Arap Sermayesini izlemeye aldı, bankalardaki hesapları bloke etti. Araplar, bloke edilen hesaplarını kullanamaz hale gelince, ABD ve Avrupa piyasalarından hızla kaçtılar. Petrol gelirleri bloke edilemediği ve petrol satışı durdurulamayacağı için gerçekte Arapların kaybettiği çok fazla bir şey yoktu. Kaybeden Batı'ydı. Amerika ve Avrupa ekonomileri azalan silah satışları ve girişi duran Arap sermayesi yüzünden durağanlaştılar ve gerileme başladı. ABD'nin dünya'da-Avrupa dahil- oluşturduğu antipati onun ekonomik çöküşünü hızlandırdı.
Fakat gerçekte kaybetmeyen, aksine kazanan tek ülke Türkiye'ydi. 1 Mart Tezkeresinin reddinden çok önce, Batı'dan kaçan Arap sermayesinin hızla ve ihtiyaç duyduğundan daha fazla bir finansal büyüklükle desteklediği Türk ekonomisi, Amerika ile Türkiye arasındaki tek yönlü bağımlılık ilişkisini bir anda kopardı. Yerli-yabancı tüm "kapitalist kökenli" analistler 11 Eylül Saldırısı'ndan sonra kazançlı çıkan tek ülkenin Türkiye olduğunu yüksek sesle ve kızgınlıkla dillendirdiler. Batılı analistler kaybettikleri için, kendi ekonomik geleceklerine dair kuşkuları gün geçtikçe şiddetlendiği için kızıyorlardı. Yerli analistlerin kızgınlığı ise daha farklı nedenlere dayanıyordu. Kazanan tarafın sadece Türkiye olması, onları sevindirmek bir yana delirtiyordu. Çünkü; ekonomik parametreler, Türkiye'nin asırlar süren esaretinin sona ereceğini gösteriyordu ve kendileri ve "sahipleri" artık ekonomik liberalizm üzerinden "piyasa yapma ve yönetme" fırsatlarını elden kaçıracaklardı. İki yüzyıldan fazla süren bir egemenliği kaybetmekten herhalde mutluluk duymayacaklardı. Türkiye'nin düşünen kafaları, onların "yerli işbirlikçi" olduklarını zaten biliyordu. En iyi bilenlerden biri de Özal'dı. Özal Zenginleri o işbirlikçilerin baskılarından kurtulmak için oluşturulmuş özel bir projenin ürünüydüler. Ki; bu proje, iki yüzyıllık bir projeydi ve ancak gerçekleşmeye başlayabilmişti. Siyasi liberalizme giden yol ekonomik liberalizmden geçiyordu ve Türkiye, ilk defa teklemekten kurtulmaya başlayan ekonomisiyle "liberal" olabilecekti. Siyasi liberalizm, Özal'ın içinde kalan ukde'si, artık gerçekleşmek üzereydi. Bu ciddi bir devrimdi; bu topraklar üzerinde kurgulanan tüm oyunların gelip çakışıp birlikte bataklığa gömüldüğü ve insanların, insan yerine konabileceği yeni bir kurgunun yerleşmesini sağlayan bir devrim.
Türkiye'de Recep Tayyip Erdoğan'la başlayan yeni dönemde Devlet, Anayasa'nın 5.Maddesi'nde konumlandığı temelde ve görevde, satır satır, virgül virgül ve toplamda "tam bir cümle hesabında" ilk kez var olmaya başladı.(T.C Anayasası Madde 5: Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.) Bu, Özal'ın eski liberal siyaset özleminin gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Önceki Başbakanlar gibi Erdoğan'ın da paçasına yapışan ve onu alaşağı etmek için kumpaslar kuran ABD, kendisi ekonomik yıkımla iç içeyken Türkiye'ye karşı baskı unsurlarını elinde tutamazdı, tutamadı da. Ve Türkiye, darbe çığırtkanları ile girişimcilerinin -işbirlikçilerin- arasından Anayasa'nın 5. Maddesindeki emirleri yerine getirmek üzere sıyrılıverdi.(Türkiye sevdalısı, vizyon sahibi orgenerallerin verdiği destek olmasaydı bu mümkün olmayacaktı da.)Yeni bir Türkiye'nin temel çerçevesi ve omurgası, bireylerin hakları öne alınarak oluşturulmaya devam ediliyor.
Türkiye'nin kendi bölgesel ve küresel politikalarını üretmesi ve bu politikaları adım adım -bu çabayı komik bulanlara rağmen- uygulamaya başlaması Türkiye'yi tarihsel konumuna oturttu. Bu kompozisyon "Yine-Yeniden Osmanlı" suçlamalarıyla lekelenmeye çalışılsa da, kareografik çalışmalar aksamadı. Türkiye, kendi insanına "insan" değeri vermeyi öğrenmeye, parasını korumaya, dünya'yı anlamaya başladı. Haksızlığa uğradığını düşünen her Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı, oy'unun gücünü ve kendisine sunulan yenilikleri fark etti; Devlet'iyle arasındaki soğukluğun giderilmesini neşeyle karşıladı. Yeniliklere, çöken tüm temel sistemlerin (Milli Eğitim, Sağlık, Güvenlik, Adalet, Sosyal Güvenlik,) kökünden değişmesi de eklenince "Özal'ın Ukde"si, siyasi liberalizm Türkiye'ye gözlerini açtı. Siyasî liberalizm, sıcak ve soğuk tüm savaşlardan kaynaklanan ülke içi -iki yüz yıllık- fırtınaların tümüne yakının dinmiş olması anlamına gelmese de, birçok karmaşanın sona ermesi demek olacaktır.
Türkiye, geri dönüşü olmayan bu yolda, Dünya'nın bu babdaki tecrübelerini dikkatle inceleyerek kendi değerleriyle ilerlemeye devam edecektir. Elbette, siyasi liberalizm, ulaşılacak olan "tek mutlu son" değildir. Hiç değilse yeni süreçte -bu bakış, paranoid bir alışkanlık olarak algılansa bile- bu ülkenin fertlerinin geçmişte Dünya Tarihi'ne sunduğu ekonomik, siyasi ve bilimsel değerlerden daha fazlasını insanlık adına üreteceğine güven duymaktan vazgeçmemek gerekir. Şu anda yaşanan ekonomik iyileşme, sadece Türkiye'nin kendi kaynaklarıyla sağlanmamakta olsa da yaşanan bu anayasal devlet "iyiliğinin" aslan payını Recep Tayyip Erdoğan'a vermek de herhalde -duygusallıktan arındırılmış haliyle yakın gelecekte- hiçbir siyasi bakışa ters gelmeyecektir.
Seçkin Deniz