İtalya'da Sardunyalılar dağ gibi yığılan Napoli çöplüklerine karşı protesto gösterileri yapıyorlar. Onların çöplerini istemiyorlar. Tepkilerini proteste yaparak dile getiren göstericiler polisin sert tedbirleriyle karşılık buluyorlar. Bir Avrupa ülkesinde şu ana kadar sorun olmayan "çöp" sorun olmaya başlıyor. Yerel yönetimler merkezi yönetimdeki koalisyonel gevşeklikten kaynaklanan "vurdumduymazlık" içindeler. Bununla birlikte İtalya'da Kuzey -güney ayrımı ırkçı siyasetçiler tarafından körükleniyor. Bunu besleyen siyasi istikrarsızlık ise belirsizlerle birlikte sürüyor. Şiddet artıyor(Mussolini de böyle bir İtalya'da doğmuştu)
Fransa'da yerleşik Fransız kültürü bitiyor, banliyölerin "karmaşık ruhu" tüm Fransa'ya yayılıyor. Fransız milliyetçiler ve Katolik din adamları ulusalcılık kavramlarını ve dinî temelleri yeniden diriltmeye çalışıyorlar. Şiddet ve ayrımcılık yaygınlaşıyor.
Almanya'da eyalet hükümetlerinin sesi daha gür çıkıyor,eyaletlerin bağımsız davranma güdüleri hızla gelişiyor.Büyük bir arayış ve kargaşa var; merkezi hükümet cılız seslerle derdini anlatmaya çalışıyor ve korkak davranıyor. Sosyal, siyasal ve ekonomik olaylar ve olgular Hitler öncesi Almanya'sını andırıyor.Avusturya'da başlayan ve Hitler'in Almanya'sında iktidar olan Cermen ırkçılığı ve Protestan haçlı ruhu bu karmaşadan besleniyor. Hitlerin Avusturya hanedanlarına duyduğu öfkenin aynısı Almanya da merkezi hükümete karşı duyuluyor. Almanya'da yabancılara saldırılar devam ediyor, Hıristiyan olmayanların ibadethane açmalarına kısıtlama getirilmesi isteniyor. Irkçı şiddet artıyor.
İngiltere daha büyük bir korku içinde; yaklaşık iki yüzyıldır başlattığı savaşlarla ve saldırgan gizli açık hamlelerle dünyayı karıştırırken kendi bütünlüğünü korumaya çalışıyordu, ama artık yeni yasalarıyla demokratik hakları sınırlarken bunu başaramadığını gösteriyor. İskoçlar ve İrlandalılar daha fazla şey istiyorlar; kendi ulusal değerlerinin kendileri tarafından temsil edilmesi gerektiğini daha yüksek sesle söylüyorlar. Uzun süredir duran ayrılıkçı eylemler yeniden başlayacağı günlere doğru ısınıyor.
Yunanistan ise yaşlanan nüfusu ve daralan ekonomisiyle Avrupa birliğinin getirdiği refahı tüketmek üzere, AB yardımları azalıyor, neredeyse minimuma yaklaşmış durumda. Halkın siyasetçilere güveni azaldı. Yunanistan büyük bir siyasi istikrarsızlığın arifesinde.
AB'nin kalbinin attığı yer, Belçika, kendi bileşenlerine ayrılıyor, artık ortak payda küçülüyor; parçaların işlevsel ve ırksal hacimleri büyüyor.
Hollanda, yok olan uluslararası gücü ve eriyen entelektüel kimliği ile ruhsal sefaletin içinde. Alt ve orta tabakanın yaşadığı ekonomik sıkıntılar, milliyetçilik vs akımların etkisini arttırıyor, yabancı düşmanlığı tarafta bulmaya devam ediyor. Farklı kültürlere karşı geliştirilen sistematik düşmanlık şiddet unsurlarının yaygınlaşmasına neden oluyor.
İspanya'da Avrupa Birliği'nin getirdiği azalan yoksulluk/azalan ekonomik sorunlar ile doğru orantılı olarak azalan sosyal sorunlar düzeneği bozulmak üzere, ayrılıkçı parçalar bugün demokratik AB şemsiyesi altında daha yoğun ve derin örgütlemelerini sağlamış durumdalar (Yapılan referandum sonucu da sandığa gidenlerin 74'ünün "evet" demesiyle Avrupa'da en geniş haklara sahip özerk bölge haline gelen Katalonya'nın İspanya'dan kopuş süreci hızlanırken radikaller ayrılık için ısrar ediyor, diğer parçalar da aynı hayalin peşindeler).
Büyük Avrupa ülkelerinin yaşadığı sıkıntılar, Avrupa Birliğinin genişlerken gevşeyerek cazibe merkezi olmaktan uzaklaştığını kanıtlıyor. Türkiye'nin Avrupa Birliği ile müzakerelere başlamasının kabul edildiği dönemde(Ekim 2004-Ekim 2005) çok yoğun tartışmalar yaşanmış nihayetinde müzakereler sona erene kadar "kim öle kim kala" deyimi bir futurist bakış açısı getirmişti; belki de o dönemde Avrupa Birliği diye bir şey kalmayacaktı. Son durumda göstergeler bu öngörünün gerçekleşeceğine dair güçlü kanıtlar içeriyor. Türkiye ile ilgili tartışmalar Türkiye'nin kimliğinden ve geçmişinden doğan zıddiyeler/reddiyeler içermiyor artık; daha çok Avrupa'nın Türkiye'ye olan ihtiyacından bahsediliyor.
Avrupalı "resesif politikacılar "dominant" politikacıları sadece bu "ihtiyaç" determinizmi ve hiyerarşisiyle etkileyebiliyorlar. Son tahlilde konu yine "menfaat". Türkiye'nin (biz beğenmesek de) yetişmiş kaliteli genç insan nüfusu, enerji terminali olma özelliği, tarımsal ürünlerindeki çeşitliliği ve ucuzluğu,"insan" a duyulan kültürel ve dinî saygı-Türkiye de yeni bir turizm çeşidi doğuyor, Antalya markalaşma adımlarından biri olarak Avrupalılar için "yaşlılar cenneti" projesi hazırlıyor- Türkiye'yi vazgeçilmez yapıyor (Avrupa'nın gelecekte tüketim harcamaları yoğunlukla gıdaya yönelik olacak) .
Avrupa'nın resesif ve pragmatist politikacılarının hedefi, Türkiye'yi , ırkçı şiddete yönelen, yaşlanan ve tembelleşen, okumayan mesleki ve akademik eğitime talip öğrencisi azalan Avrupa için "hazır ve yetişmiş uşak" bilincine sahip zihinsel forma hazırlamak. Dominant ve şahin duruşlu politikacıların ise buna karşılık geliştirdikleri tek politika ise, eski bir şey; ulusal sıkılaşma. Yani; dışarıyı itmek ve içeriyi koordine ederek uyutmak. Resesifleri korkutan da bu zaten. Biliyorlar ki; ulusal sıkılaşmalar Avrupa Birliğini bitirecek ve ortak paydalar Avrupa genelinde küçülmeye doğru ilerleyecek, iç savaşlar başlayacak. Büyük Avrupa hayali, ulusal sıkılaşmalar sonucunda geçmişte yaşanan çatışmaları/savaşların tekrarını engellemek ve olasılıkları ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Türkiye'ye en çok bu nedenle ihtiyaç duyuyorlar; ortak paydaya sahip ülke ağına Türkiye'yi de yerleştirerek, Avrupa birliğinin mevcut ayakları üzerinde göçmesine engel olmak; Türkiye'nin payandalığını sağlamak. Medeniyetler İttifakı'nda tarihsel katı tutumuyla bilinen İspanya nın Türkiye ile birlikte eş başkanlık yapmasının temel sebeplerinden biri de, Avrupalı şahinleri en sert/katı/acımasız ülke İspanya aracılığıyla Türkiye'nin Müslümanlığının sorun olmamasına ikna etmek. Ya değilse, son iki yüz yıldır sıfır küresel hamle yapan,kendi iç sorunların çözümünde diyalog sorunu yaşayan bir İspanya'nın böylesine büyük bir proje de eş başkan olmasının hiçbir reel/politik manası yoktur.
Paralel bir boyutta başka bir büyük proje de Türkiye üzerinden yürütülüyor. Düşünülenin aksine Türkiye'nin aleyhine bir hedef içermiyor bu proje. Vatikan, bilimin ilerleyişine karşı duramayacağının farkında. Amerika'da büyük tartışmalar başlatan "Akıllı Tasarım" bir dalga halinde geliyor; bu tasarım ateizmin sorgulanmasını sağladığı gibi Hıristiyanlığın ve mezheplerin tartışılabileceği bir zemin hazırlıyor. Zira; bilimsel yakınsamaların hiçbirisi, özgül Yahudi ve Hıristiyan değerlerinden herhangi birini gerçeklemeye niyetli değil. Aksine ,elde edilen evren ve insan gerçeğine dayalı verilerin tümü, aklın gücünün arttığını gösteriyor. Bu ise dinsel sorgulamayı "akıllı tasarım" üzerinden yapmak için bir çok bilim adamının aradığı bir fırsattı. Charles Darwin'in "Evrim Teorisi"Avrupa'daki din eleştirisinin yapılabilmesi ve dinsel yapı içindeki mantıksızlıkların açıklanabilmesi için asla yeterince doyurucu olmamıştı . Söz konusu teorinin kanıtlarını uzun süre bekleyen Hıristiyanlar ve Yahudiler dinsizlik korkusuyla dine sarılmışlar, dinlerindeki tutarsızlıkları eleştirmekten kaçınmışlardı (Gerçekte evrim teorisinin en çok Katolik Papa'ya ve diğer din adamlarına yaradığı bu sayede onların egemenliklerini sürdürdüğü de gayet açık). Ancak, yeni bir bilimsel taban edinen bilim adamları Akıllı Tasarım'la insanlara bu fırsatı sundular. Kendi dinleri içindeki çelişkileri sorgulamaktan korkanlar, artık kolaylıkla bu sorguyu yapabilecek ve bu konudaki "akıl destekli" düşüncelerini çevresiyle paylaşabilecek. Vatikan'ın bunun farkında olması Avrupa Birliğinin yapısı içinde, oluşmuş sosyal dokusu ve kültürüyle ""yarı Hıristiyan görünen" Türkiye'yi daha vazgeçilmez kılıyor. Türkiye, akıllı tasarımdan kaynaklanan travmaları absorve etmek için kullanılacak.
Vatikan, kendi egemenliğinin yakın gelecekte sona ermesini engellemek veya hiç değilse bunu ötelemek niyetinde. Bu yüzden Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine verdiği destek bir ayak oyunları yumağından ibaret değil; kendi içinde samimi ve tutarlı gereçekler içeriyor. Aklın egemen olduğu, skolastik dayatmaların artık "saçma" bulunduğu bir Avrupa'da, İslam'ın en yakın ve "Hıristiyanlıkla yakından ilişkili" tek modern ülkesi olarak Türkiye, varlığıyla "akıllı sorgular ve yeni bir inanç sistemi gereği" için çekim merkezi olsa bile kontrol altında tutulabilecek bir ülke olarak görülüyor.
Avrupa'da olanlar, gelecekte hiç de iyi bir tabloya işaret etmiyor. Türkiye'nin Avrupa ülkelerinin azalan gücünün aksine, bölgesinde ve küresel alanlarda gücü artıyor; etkinliği hissediliyor. Türkiye, sadık bir iç güveysi olmayacağını ilan eden "pehlivan"a benziyor.
Seçkin DENİZ