43. Analiz: Zengin Hıristiyan ve Yoksul Diğerleri ya da Müslüman Ülkelerin Geleceği -14.12.2007-
Yerküre'nin insanların yaşadığı bölgelerine "kuşbakışı" bir temelle bakıldığında -birileri buna "objektif bakış" diyor- Hıristiyan Ülkelerde yaşayan insanların, diğer dinlere mensup ülkelerde yaşayan insanlara nispetle, zengin, birey olarak devlete karşı yüksek hak önceliğine ve daha yaşanabilir yerleşim birimlerine sahip, istihdam edilmeme riskinin az, bilgiye ulaşmada sınırsızca özgür, beslenme, eğitim-tedavi görme ve tatil yapma, seyâhat etme yeterliliği sağlanmış, işledikleri suçun niteliği ne olursa olsun "yaşama hakkı" kanunlarla korunma altına alınmış "özel konumları" olduğu açıkça görülebilir.
Latin(Orta ve Güney) Amerika Ülkelerinin, diğer hıristiyan ülkelere göre biraz daha geride kalmasının bu analizde çok fazla bir değeri yoktur. Nihayetinde onlardaki mevcut durum bile, gelişmekte olan diğer dinlere mensup insanların yaşadığı ülkelerdeki mevcut durumdan çok daha iyidir. Hıristiyan olmayan gelişmiş ülke sayısı sadece ikidir; Japonya ve Güney Kore. Baz alınan ölçülere göre, bu ülkelerde yaşayanların da bir çok hakkı ve fırsatı kısıtlanmaktadır. Sonradan Hıristiyanlaştırılmış Afrika ve benzeri ülkeleri de "original hıristiyan" ülkelerle mukayese etmenin de anlamı yoktur. Zira; sonradan Hıristiyan olmaları, onların daha kolay sömürülmesi adına "gerçekleştirilmiş" bir proje sonucudur ve bu proje onları "saygın insanların yaşadığı" ülkeler olarak tasarlamamıştır.
Az gelişmiş ülkelerin çoğunluğunu müslüman ülkeler oluşturmaktadır. Hindistan ve Çin'in Budizm, Hinduizm, Konfüçyüsizm, Taoizm ve benzeri dinlere tâbi olan milyarlarca insan sayısı, onları baz alınan ölçülerin tümüne göre yoksul iki devlet olmaktan daha fazla birşey yapmıyor. Az sayıdaki türdeş dinlere sahip çevre devletleri de aynı yoksulluğu yaşamaya devam ediyorlar. Ve Hıristiyan Batı'ın egemenliği altında eziliyorlar.
Kuşbakışımız, bize yine bazılarına göre "emperyalizm düşmanı" görünen yorumlar kazandırmış olabilir. Ancak bu tür etiketlerin de "komunist/antikomunist","semitist/antisemiist" veya "şeriatçı/şeriat düşmanı" olmakla suçlanmaktan "ayırıcı/küçük düşürücü" hiçbir farkı/özelliği bulunmamaktadır. Nesnel-objektif bakış açılarıyla analiz edilmiş vakâların değerlendirmeleri daima bu türden yakıştırmalarla "küçümsenmiş", analizdeki fikirlerin yön değiştirmesi (bilimsel makaleler ve basın araçlarıyla), özellikle analizcinin kişiliğine yönelik saldırılara dönüşmesi sağlanmıştır. Bu durum geri kalmış ülkelerdeki "aydın" profilinin egemen "Hıristiyan"larca hangi araçlarla nasıl yönetildiğini de açıkça göstermektedir. Yahudilerin egemenliklerine ise, ülke temelinde değil, birey(üstün(!) ırk ) temelinde bakmakta fayda vardır.
Gelişmiş Hıristiyan ülkelerde eğitilen azgelişmiş ve geri kalmış ülkelerin çocuklarının nasıl aşağılandığı ve bu aşağılanmanın aldıkları "batı eğitimi" nin kazandırdığı "saygınlık" ile kendi halklarına nasıl bulaştırıldığının hikâyesi sır değildir. Müslüman ülkelerde de sık/yoğun yaşanan durum tam olarak budur. Geri kalmışlıklarını dinlerine bağlayan, Hıristiyan batılıların "beyinleri yıkanmış truva atları" olan "dinsiz" aydınların, müslüman ülkelerde oligarşik, totaliter, monarşik rejimler oluşturmaları ve idâme ettirmelerinin kökeninde başka bir şey aramaya gerek yoktur.
Demokratik yapıları gelişmiş Hıristiyan ülkelerin ekonomik, teknolojik üstünlüklerinin mazisinde, sömürgelerden "çalınan zenginlikler" vardır. Bu demokratik yapıların sürmesi, sömürülerin devam etmesine doğrudan bağlıdır (Ekonomik göstergeleri, alışılagelmiş standartların altına düşen bazı Avrupa ülkeleri ile ABD'de, özgürlükleri kısıtlayıcı tedbirlerin artması, şoven politikacıların rağbet görmesi v.s. örnek gösterilebilir).
Totaliter rejimlerin sömürüler için en uygun rejimler olduğu gözönünde tutulursa, Hıristiyan olmayan ülkelerde demokratik yapıların, mekanizmaların oluşmasının ve yaşamasının neden mümkün olmadığı rahatlıkla anlaşılabilecektir. Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Yemen, Körfez ülkeleri, Afganistan, Pakistan, Turkî Devletler, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Orta-Doğu-Batı Afrika Ülkeleri tamamen Müslüman nüfus yoğunluğuna sahip, demokrasisi hiç olmayan veya az olan, var gibi görünse bile "hâlen sömürülen" oligarşik yapılarla yönetilen ülkelerdir. Türkiye ve İran özel durumları sebebiyle bu ülkelerden farklıdırlar. Bu iki ülke, İslam Medeniyetinin sürükleyici unsurları olarak tarihte çok uzun süre "egemen" kalabilmiş iki devlet olma özelliklerine sahiptir; onları farklı kılan da bu özellikleridir. Buna rağmen her iki ülke "gelişmiş" ülke olma yolunda çok daha fazla yol almak zorundadırlar. Kendi demokrasilerini Hıristiyan Batı'nın yaptığı gibi diğer ülkelerin sömürülmesi üzerine bina etmiş değildiler.
Dünya'nın yeniden iki kutuplu (ABD-Rusya) bir bloklaşmaya doğru gittiği, Yeni Denge Hesaplarının yapıldığı bu yeni dönemde, eskiden olduğu gibi kutuplaşmaların getireceği bazı yeni yapılanmalar ortaya çıkacaktır. Eski kutuplaşma sömürülen ülkelerdeki yönetim şekillerinin "Faşizan" olmasını gerektirmişti. Ancak yeni kutuplaşma, çok daha farklı bir yapılanmayı gerektirecektir.
Nüfus olarak üremeyen, eski teknolojik önderliğini, ırka ve dine dayalı aşağılamayı sürdüremeyen, bilginin paylaşılma hızını yönetemeyen, silah üstünlüğüne dayalı baskı mekanizmalarını kolaylıkla kullanamayacak olan olan Batı, yeni dönemde daha farklı parametrelerle yönetebileceği/kontrol edebileceği göreli olarak daha demokratik yönetimler ihdâs etmeye çalışacaktır. Bu çerçevede, Fas'tan Pakistan'a ve daha güneydeki müslüman ülkelere kadar demokrasiyi peyderpey geliştirecek olan çalışmalar içine girmiştir/girecektir. BOP bunun için ortaya konmuş bir projedir.
Gerçekte, ABD ve AB'yi BOP ve benzeri projelere zorlayan esas sebep budur. Çünkü; onlar,aydın zümrelerin yöneteceği müslüman ülkelerin yüzlerce yıllık ezikliklerini kısa sürede üstlerinden atabileceğinin farkındalar ve bunu kontrol edebilmek, kendileri için tehdit olmasını engellemek adına eskiden daha farklı şeyler yapmaları gerektiğini çok kapsamlı istihbarat raporlarına dayanarak bilmekteler. Türkiye ve İran gerçeği iki canlı örnek olarak karşılarında durmaktadır. Türkiye oluşturduğu yeni kimliğiyle batı için bir tehdit değildir; İran'ın tehditkar varlığı da kısa sürede yumuşatılacaktır. BOP için bu iki ülkenin desteği gerek şarttır.
ABD ve AB, bu proje çerçevesinde daha önce desteklediği ve beslediği/beslendiği totaliter arap rejimlerini sıkıştırmaya, muhalif örgütlenmeleri desteklemeye devam etmektedir. Dünya medyasında Arap ülkelerinde ve daha geniş anlamda müslüman ülkelerde yaşayan insanların "haklarından" sık sık bahsedilmeye başlanmasının gizli sebebi de budur. Uydu yayınlarıyla provoke edilen, geniş tüketim yelpâzesiyle farklı sosyolojik ve psikolojik açlıkları tahrik edilen "yoksul müslüman" kısa bir süre sonra devirecek "kral" arayacaktır. Hesaplanan geçici kaos, bazılarınca umulduğu gibi hiç de kanlı olmayacaktır. Kuşkusuz demokrasinin yerleşmesi uzun zaman alacaktır; ancak Türkiye ve İran'da olduğu kadar uzun sürmeyecektir. Zira, bilişsel yoksulluğu olmayan "aydın müslüman" insan sayısı tahmin edildiğinden daha fazladır.
Geleceği yönetmek adına Türkiye ve İran'a çok daha farklı ve önemli görevler düşmektedir. Bu iki ülke sahip oldukları her şey ile daha demokratik olacak olan Müslüman ülkelerle çok kapsamlı işbirliği yapmak zorundadırlar. Müslüman ülkelerin tümüne Teknoloji ve bilim transferi yapmalı, tarihsel çatışmaları ortadan kaldırmalıdırlar. Bu arada Türkiye'nin "sözde aydın", İran'ın "Molla" egemenliği yeni bir yapısal değişiklikle dönüşmek zorundadır. Geniş amaçlı işbirliğini bu iki yapı engelleyebilir özelliktedir.
Seçkin Deniz