100. Analiz: Türkiye’nin Yaşlı Kurtlarla Dansı/ Batı Çökerken Stratejik Hamlelerle Büyüyen Türkiye -29.09.2009-

Bugün, Batı’nın toptan çöküşünü izlerken tarihe tanıklık ediyoruz (Gelecek kuşaklar bu günleri daha kolay analiz edebileceklerdir). Siyâsî, ekonomik, toplumsal ve ahlâkî tüm değerleri çözülmüş olan Batı, Ortaçağ’ın karanlık günlerine geri dönüyor. Fakat Batı bu kez sadece Avrupa’dan müteşekkil değil; Amerika Kıtası ile birlikte Batı’nın tüm kurum, kuruluş ve kültürünü taşıyan/ besleyen Dünya’nın görece ileri tüm ülkeleri aynı kategoride, aynı yelkenlinin içinde. Bu ülkelerden son yedi yılda(1 Mart Tezkeresi’nın reddi sonrası) kendine özel bir form üretmeyi başaran tek ülke Türkiye ve Türkiye görece ileri diğer ülkelerden ayrık ve öze dönüş yolunda olduğundan bu tasnifin dışında kalıyor.

 Muhakkak geri bırakılmış/sömürülmüş ülkelerin tümü Vahşi Kapitalizm’in kurucusu ve sürdürücüsü Batı’nın tüm vantuzlarıyla birlikte eriyip gitmesini, yok olmasını içtenlikle arzular ve bunun için sadece dua ederlerdi. Fakat bugüne dek yaşanan sıcak ve soğuk savaşların planlanan terörist faaliyetlerin hiçbiri Batı’nın kendini korumasını sağlayamadı. Batı, sadece ve yalnızca azalan ve yaşlanan nüfus, iyi eğitilemeyen, ahlâkî çöküntüye uğramış nesiller ve zorunlu ihtiyaçların sağlanamaması (beslenme, barınma, korunma ve sağlık hizmetlerinin ve bu hizmetlerin finansmanının yetersizliği) gibi doğal nedenlerden dolayı çöküyor. Sömürülmüş, çatıştırılmış ülkelerin insanlarının duaları kabul edilmiş görünüyor.


Fazla değil, bundan on yıl önce bu günlerin geleceğinden bahsetmek hayalperestliğin zirvesinde bulunuyor olmaktan sayılırdı. Ama bugün Batı’dan beslenen ve Batı’nın çöküşüne şahit olan herkes büyük bir sessizliğin kollarında acı içinde kıvranıyor. Kapitalizmin nimetleriyle yüzlerce yıldır saltanat süren tüm ülkeler ve tüm insanlar Titanic’in batışını çaresizlikle izleyen ölüm mahkûmu yolcular gibi bitkin ve umutsuz bir haldeler. Ölüm sessizliği Eylül 2009’da toplanan 64. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun koridorlarına sinmişti ve Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin’den ilk üçü Dünya’nın ve kendilerinin başka hiçbir sorunları kalmamış gibi tüm dikkatlerini İran’ın nükleer faaliyetlerine odaklamışlardı ve Rusya’yı da ikna ederek ürettikleri 'Tek Düşman Ülke İran' stratejisine uygun çözümlemeler yapıyor, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Genel Kurul’da konuşurken oturumu terk ediyorlardı.

Haziran 2009’daki İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini sabote ederken ve İran’ı iç karışıklıklara sürüklerken suçüstü yakalanan üç ülke ABD, Fransa ve İngiltere İran’a karşı ‘Nükleer Tehdit Algılamalarını’ hassaslaştırdıkları Arap ülkelerine milyarlarca dolarlık silah ihracatını yetersiz bulmuşlar, bu kez daha pahalı nükleer silah ihtiyacını organize ederek, İran üzerine kurdukları tehdit kuşağını iyice sıkıştırmaya çalışıyorlardı. 64. Genel Kurul toplantısından önce üçlü koroya, uzun süredir ikna edilmeyi bekleyen Rusya da katılmış, Nisan 2008’de Soçi’de yapılan görüşmede kararlaştırılan Bush ve Putin stratejileri uygulanmaya konmuştu. İran yalnızlaştırılıyor ve tek düşman hâline getiriliyordu. Çünkü 79’daki devrimde rejimi kuranların ve kurulan rejimin bekçiliğini yapanların son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde açığa çıkan sonuçlarla İran’daki etkileri kırılmıştı; ABD, Fransa ve İngiltere’nin desteklediği yeşil devrimciler (Humeyni’nin eski yoldaşları) saf dışı bırakılmış ve İran geçmişe göre daha bağımsız idârî elemanlar tarafından kontrol edilir olmuştu. Ahmedinejad Humeyni’den kalma Batı konseptli politikaları devam ettirmeyeceğini belli etmişti.

Beş üyeli BM Güvenlik konseyi daimi üyelerinden Çin, bir süre önce fiilen dağılan Şangay İşbirliği Örgütü’nün enkazı arasında küresel ekonomik krizden sonra elinde kalan yaklaşık iki trilyon dolarla çaresiz bir şekilde oynayıp durmakta ve göbeğinden bağlı olduğu diğer dört ülkeden gelecek olan tâlimâtları beklemekteydi. Nihayetinde Çin etkisiz eleman olma özelliği bakımından Japonya ve Güney Kore’den farklı değildi.

Başbakan Erdoğan’ın 64.Genel Kurul’a hitabında, BM tarihinde ilk kez Egemen Kapitalizmin temsilcisi ülkelerin dışında başka bir ülkenin, Türkiye’nin lideri, dikkatle dinlenen ve üzerinde tartışılan/tartışılacak olan stratejik hamlelerden bahsediyor ve uygulanabilir politikaların rasyonalizasyonuyla ilgili yol haritaları açıklıyordu. İsrail, İran, Kıbrıs, Kafkasya, Afganistan, Pakistan gibi temel parametrik hesaplarda BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş ülkenin ürettiği politikaların tam tersi politikalardan bahsediyordu. ABD Başkanı Barack Obama’nın Dünya’nın sorunlarını tek başına çözemeyeceklerine dair itirafı, Rus Lider Medvedev’in fırsatçı kulaklarını okşuyor ve kışkırtılan duyguları ona artık tek kutuplu Dünya’nın çöktüğünü ilan ettiriyordu. Oysa durum hiç de öyle değildi. Medvedev özellikle farkında oldukları toplu çöküşten bahsetmemeyi ve bu acı gerçeği örtüp saklamayı tercih ediyordu.
...
Batı peydahladığı küresel sorunları aşamıyordu, kendi iç sorunlarıyla boğuşmaya devam ediyordu. AB tüm çıkarlarını ve Türkiye’ye karşı kozlarını riske ederek Nabucco projesini onaylamak zorunda kalmıştı. Ekonomik krizi nükleer silah satarak aşmayı planlayan Fransa’nın saldırgan Cumhurbaşkanı Sarkozy, Eski Başbakanı Villepin’i mahkemeye veriyor; Almanya’da sağcı koalisyon seçimleri kazanıyor; İngiltere milyarlarca sterlinlik bütçe açıkları ve yolsuzluklarla boğuşurken yönetim zaafları yaşıyor ve iç tartışmalarla bunalıp duruyor; dürüstlükleriyle ünlü İskandinav ülkelerinde yolsuzluklar artıyor; Hollanda ve Danimarka gibi ülkelerde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı hararetle destekleniyor; Dünya’nın kara para merkezi İsviçre dâhil edildiği gri listeden silinmek için hesaplarını tüm ülkelerin mâli polisi’nin denetimine açmak zorunda kalıyor; İtalya Başbakanı, Rusya ve Türkiye ile desteklediği Güney akım projesini özel adalarda ve mâlikânelerde servis edilen kızlarla parti yaparak kutlamaya devam ediyordu. Bu arada ekonomik derecelendirme ve not verme kuruluşları yolsuzluk ve rüşvet itiraflarıyla sarsılıyor, yıkım sürüyordu.

Başbakan Erdoğan 64. BM Genel Kurul toplantıları sonrasında yaptığı açıklamalarla yalnızlaştırılan İran’a destek veriyor, Nükleer silahlara sahip tek orta doğu ülkesinin İran olmadığını, İsrail’in de bu silahlara sahip olduğunu belirtiyor ve İran’a yönelik muhtemel bir savaş /saldırı tehdidinin tamamen ortadan kalktığını Irak’tan verdiği örneklerle ilan ediyordu. Bu açıklamalar Türkiye’nin stratejik hamlelerini BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden bağımsız bir şekilde belirlediğinin de en büyük kanıtıydı. Ama aynı Türkiye, 7.8 milyar dolarlık Patroit füzelerini alacağını ilan ederken de bu füzeleri hangi saldırı tehdidine karşı temin etmeyi düşündüğünü saklıyordu. Diğer taraftan sahip oldukları uzun menzilli nükleer başlıklı füzelerle AB’yi bile tehdit eden İsrailli fanatiklerin, Yahudi Komisyon Başkanı’nın BM raporlarıyla tesbit edilen Gazze’de işlenmiş savaş suçlarının UCM’ye taşınmasından ne kadar rahatsız olacakları da belli değildi. Batı, çökerken, hangi mekanizmaların neleri tetikleyeceğini de hesaplıyordu. Türkiye bu hesapların tam merkezindeydi ve hesaplarını kendisi yapacak güce ulaştığının farkında olanlar tarafından yönetiliyordu.

Komşularla sıfır problem politikalarını, neredeyse tüm ölçeklerde realize etmiş bulunan Türkiye, bu politikaları bir üst kademeye taşıyor ve komşuları arasında uzlaştırıcı bir rolle ortak komisyonlar kurarak tartışmaları, çatışmalara dönüştürmeden çözmeyi başarabiliyor; anlık reflekslerle alınmış kararlar gibi gösterse de komşularıyla vizeyi kaldırmakta tereddüt etmiyordu. Yine aynı stratejik hamlelerle Kıbrıs’ta Rumları, sonlanmayan müzakerelerin 2010 da kesileceğini söyleyerek çözüm için duvara doğru itiyor; Doğuda Ermeniler kurdukları tuzaklarda sıkıştırılıyordu. İç politikada zihinsel kasırgalar estirilerek, yüzlerce yıllık sorunlar anayasa değişikliğini de içeren çözüm kulvarına sürükleniyordu.

Türkiye Hükümeti ile Suriye, Irak ve Rus Hükümetleri arasında neredeyse konfederatif bir çerçevede sekize yakın bakanın ortak çalışma toplantılarını rutinleştirme girişimi, Almanya-Fransa ekseninde tıkanan AB’ye tam üyelik perspektifinin Türkiye ayağını kıskaca alıyor ve Türkiye’yi kapıda bekleyen dilenci pozisyonundan kendi mahallesinde büyük bir dev’e dönüştürüyordu. Türkiye bu girişimle eşzamanlı olarak Nahçıvan’da Türkçe konuşan ülkeler zirvesi düzenleyerek proaktivite kartlarını salt enerjiden müteşekkil tehdit unsurları üzerine bina etmediğini kanıtlıyordu. Yine ilginç bir strateji ile Kıbrıs Rum Kesimi Lideri’ni Türkiye’ye karşı kullanma nöbetini İngiltere ve ABD’den devralan Fransa’da 6 Ekim’de başlayan ‘Türkiye Mevsimi’ programının açılışını Cumhurbaşkanı Gül’e yaptırıyor ve Eyfel kulesini Türkiye bayrağının renkleri olan Kırmızı-Beyaz ışık oyunları ile şenlendiriyordu.

Türkiye yaşlı kurtlarla dansında parlak bir yıldız gibi yükselirken sağ yanına İKÖ’nü (Gücü ve etkisi artan İKÖ cazibe merkezi olmaya devam ediyor; Mindanao adasındaki Moro Müslümanlarıyla yıllardır kanlı savaşlar yaşayan Filipinler İKÖ’ye gözlemci üye olarak alınmak isterken, Rusya Müslüman vatandaşları dolayısıyla kendisinin Müslüman ülke sayılarak İKÖ’deki konumunun değiştirilmesini umuyor), sol yanına İran’ı alıyor (Başbakan BM dönüşü İran’a önemli bir ziyaret yapacak); Batı’ya korku salan Osmanlı kartalı gibi başı dik bir halde son Osmanlı’nın taziyesinde devlet olarak hazır bulunup tarihe saygısını gösteriyordu. Fakat o artık bir Osmanlı Kartalı olmaktan çok bir Cumhuriyet Güvercini gibi görünmeyi tercih ediyordu. Tarih yeniden güce doğru evriliyordu. Geçmiş üç yüzyılın aksine Türkiye yaşlı kurtlarla dans ediyor; stratejik hamlelerle gün geçtikçe daha da büyüyordu.

Seçkin Deniz