Seçkin Deniz?

Seçkin Deniz Kimdir?


Soruların nedensiz olmayacaklarına dair bir analiz yapmaya gerek yok, sanırım. Fikirlerin önemsenmesinin gerektiği rasyonel bir yerkürede, isimlerin ve kişilerin daha önemli olduğuna dair yargıların öne çıkmasının elbette tarihsel kökleri diri olan nedenleri vardır. İlk anda sözün kim tarafından söylendiği, sözün ne içerdiğinden her zaman önemli olmuştur. Bu neden böyledir? İzaha gerek yok; güç kişileri ve kimlikleri yönetebilmeye devam etmek istediği için  isimleri her zaman önemser. Yine de teselli edici bir tarafı vardır bu karamsarlığın; fikir er veya geç rasyonel yerkürede açığa çıkar ve isimlerden daha önde yer bulur.

Seçkin Deniz, yazı hayatına 1983 yılında başlayan Matematik ve İktisat/Kamu Yönetimi mezunu olan bir kişiyi temsil etmekte; psikoloji, sosyoloji, ekonomi, tarih, siyaset, uluslararası ilişkiler, eğitim, felsefe, tasavvuf, din, bilim, edebiyat, sinema gibi alanlarda gezdirdiği dikkatini yormakta ve analizler yapmaktadır.  Seçkin Deniz için sayılan alanların her biri ilgi alanından başka bir şey olma özelliği dışında bir yük değeri taşımamaktadırlar. Seçkin Deniz çalışmalarından herhangi bir menfaat temin etme gayreti ve hevesi içerisinde değildir; yaşadığı toplumda ve yerkürede analizler yaparken iyimser kalmanın zor olmadığını görmek ve göstermek istemektedir.


Seçkin Deniz, 27.02.2011


Siyasî Kimdir?


Her insan bir siyasîdir. Siyaset'e ait bir objedir. Siyaset'i etkileyen öznedir. Siyaset'i var kılan bütün koşulların temel yapıtaşı olmanın getirdiği tüm nitelemeler ve nicelikler insanı içerir; insan da tüm etkilerini.

Siyaset'in dışında kalmayı tercih etmek, yaşayan hiçbir insan'ın hakkı değildir. Bugün yaşanan herhangi bir yerde, diğer insanlar tarafından siyaset dışı bırakılmış herhangi biri, tüm güçlerin merkezileşmesi adına bir eksikliktir.

Güç, siyasetin temel aracı iken, sadece fiziksel baskıyla temellendirilmesi de bu güce yapılabilecek en büyük işkencedir.

Her insan, herhangi bir şekilde çıkarların çatıştığı siyasi arenada var olmak zorundadır. Aksi durumda şikayet etme hakkını kullanamaz. Var olmanın temel argümanı da konuşmak ve davranışların yansımasını görülecek hale getirmektir.

Seçkin Deniz, 26.11.2002


Siyaset Nedir?

Yerküre'nin geleceği, -geçmiş yüzyıllardan beri- insan ırklarının yaşadıklarıyla doğru orantılı olarak şekillenir. İnsan, doğa ile tüm bağlarını korunmak ve beslenmek gibi temel gereksinimleri sağlamak için henüz koparmamıştır. Buna karşın, doğa dışındaki tüm değişkenlere karşı insan'ın takındığı tavır, büyük bir paradoksun göstergelerini yanısıtır. İnsan, her zaman kazanmak adına var olduğunu düşünür ve bunu engelleyecek olan tüm pozitif ya da negatif güç merkezlerine karşı çıkar; tek güç merkezi olarak var kalmak onun tek amacıdır.

Düşünen bu etten varlığın, ilk çağlardan bu yana insanlar ve insan toplulukları arasındaki ilişkileri düzenlemeyi amaç edindiği ve bu amacın, düşünen, düşünmeyi iş edinen insanlarca formüle edilmeye çalışıldığı tarihsel bir gerçektir.

İnsanlık adına iyi ve mükemmel olanın değil, güçlü olanın hedeflerine uygun davranış kalıplarının belirlenmesi adına geliştirilmiş olan felsefe ve bilim önce kutsallaştırılmış, sonra da benimsetilmiştir.

Siyaset, insanlara arzu edilen "temel davranış kalıpları"nın kabul ettirilmesidir. Bu davranış kalıplarının doğru yada yanlış değerlere dayandırılması tartışılır değildir. Çünkü; her tartışma, yeni bir davranış kalıbının doğması adına yapılmaktadır.

Seçkin DENİZ, 25.11.2002


Gerekçe Nedir?

İnsan yeterince parçalanarak analiz edildiği için, sürekli değişiyor görüntüsü vermiştir. Sistem de insandan ayrı değildir; daima yöneten ve yönetilen olmuştur. Bu gerçek ise yönetenin ve yönetilenin kategorize edilmesi çalışmalarını gerektirmiştir.

İyi ya da kötü değişim asıldan vazgeçiş demek değildir, ki; aslolan doğuştan gelendir. Bu Adem'den bu yana değişmemiştir. Sosyal bir varlık olan insan, neyse, daima o olmuştur. Eğer, düşüncelerin davranışlara dönüşmesi, insanı toplumsal ilişkilere bağlıyorsa, toplumsal ilişkiler de iyilik ya da kötülüğü belirginleştiriyorsa, siyâset bunu kendi adına dönüştürmeyi amaçlar. İnsan bu amacın hem başlangıcı hem kendisi hem de sonucu olur ...

Seçkin Deniz, 18.08.2003



Neden Analiz?

İnsanlar, düşüncelerin derinliklerine dalan insanların, günlerin halihazır farklılıklarına dair fikirleri olup olmadığını düşünürler, bazen. Aslında bu, onların düşünürlerin Dünya'da yaşamadıklarını düşünmelerinden kaynaklanan bir zaaflarıdır. Düşünürler, günlük olayları yaşamadan bilgi edinemez ve düşüncelerine yön veren farklılıkları fark edemezler. Bilinmelidir ki; onlar, diğer insanlardan daha yoğun bir ilişki kurarlar günlük olaylarla...

Kuşkusuz, insanların günlük olaylarla ilgili analizleri hazır, geçici, aynı zamanda iddiasız, ama "kalın ve keskin" olmaktan öte değildir. Oysa düşünürler, olaylar hakkındaki düşüncelerini, aynı ya da farklı alanlardaki çalışmalarında kullanarak sistemleştirir ve dolaylı olarak insanların hizmetine sunarlar. Bu şekilde davranarak normal hayat akışı içindeki insanlardan daha etkili ve daha yön verici ve kalıcı hayat ayrıntıları oluştururlar...

Düşünürlerin doğrudan anlaşılmasına uzanan yol, onların doğrudan halkla diyalog kurmasından geçer. Ne yazık ki; halkla doğrudan ilişki kurmuş ve bu ilişkiyi sağlıklı bir şekilde sürdürebilmiş düşünür sayısı, yok denecek kadar azdır. Anlaşılmazlık yargılarıyla davranışları engellenen hiç bir düşünür, halkla iletişim kurmaya çalışmaz; bunu daha önce denemiş olduğu içindir, ki; o düşünür olmuştur...

Bütün olumsuzluklara karşılık düşünürlerin, bilgi çağlarında anlaşılabilme oranlarının artacağını düşünerek, halkla diyalog kurmaları gerekmektedir. Bu gereklilik düşünürlerin de yaşanan hayata dair refleksleri edinmesinde yardımcı olacaktır...

Seçkin DENİZ,18.12.2004 



Neden Avrupa Birliği?

Avrupa birliği ile olan engebeli ve risklerle dolu ilişkilerimiz yeni başlamadı. İlişkilerimiz 1071' den çok önce, Orta Asya'daki doğal hayatın olumsuzluklarından ve bitmek bilmeyen savaşlardan kaçan göçebe kabilelerin, peyderpey Doğu Anadolu'ya yerleşmeleri ve Anadolu'unun içlerine doğru ilerlemeleriyle başladı. Türklerin Avrupalılarla olan resmi ilişkileri Anadolu'da devletleşmek amacıyla hareket etmeleri ve dolayısıyla gelişen malazgirt savaşı ile sistemli hale geldi (Daha önceki Batı Hun akınları, sadece kavim göçleriyle alakalı silik ve geçici imaj oluşmasında etkili olmuşlardır; ancak bu imaj, doğudan gelen Türklerin etkisiyle kalıcı hale gelmiştir).

Avrupalıların temel Hıristiyanlık değerleri üzerine kurulu olan çok milletli yapısı içinde algılanan Türk, daima düşman ve daima yok edilmesi gereken bir ur olarak yüzlerce yılın geleceğini sınırladı. Türklere karşı verilen savaşlarda hep kaybeden, ara sıra kazanan taraf olarak Avrupa, daima bu uru yoketmeyi hedefledi. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan beyliklerle kurulan ilişkiler, hep bu temelde anlam kazandı. Osmanlı döneminde, İran'la ve Ruslarla kurulan gizli ortaklıkların da amacı aynıydı...

Avrupa'yı yönetenlerin düşünceleri, yüzlerce yıllık tarih içerisinde tüm Avrupalıların sebepli-sebepsiz efsanevi düşmanlıklarına dönüştüler. Avrupalılar, coğrafî keşiflere Osmanlının dünya üzerinde kurduğu hakimiyetten dolayı sürüklendiler. Bu sürüklenme, kinden ve nefretten dolayı biriken Avrupalı enerjiyi, daha sinsi yöntemlerle kullanmayı gerektirdi; savaşlarla yıkılamayan düşman, yok edilemeyen ur, klasik İtalyan zehiri, Fransız acımasızlığı ve İngiliz sinsiliğiyle yok edilmeliydi. Osmanlı yönetimine giren usta ve zarif eller, kanuni döneminde yıkımı başlattılar; dört yüzyıl süren bu ince savaş,avrupa'nın zaferiyle sonuçlandı...

Osmanlının zayıflama ve yıkılma süreci, Avrupalıların, Asya, Afrika ve Amerika'daki hakimiyetlerinin varoluşunu ve artmasını da sağladı. Avrupa, zayıflamış Osmanlı' yı yok etmeden önce ,sahip olduğu yeni stratejik değerlerini elde etmek amacıyla kendi içinde çıkar çatışmaları yaşadı. İki dünya savaşı da bu çatışmalara kan kazandırdı; ancak çatışmaların Amerika'ya güç kazandırdığı ve Amerika'nın dünya hakimiyetini elegeçirmesine sebep olduğu görülünce bu kez, avrupalılar savaştıkları ülkelerle işbirliği yapmaya karar verdiler. Bu kararı verenler de en çok savaşan milletlerdi; Almanlar ve Fransızlar...

Avrupalıların güçlenme stratejileri, sosyalist blokun dağılmasıyla daha da farklı boyutlarla genişledi. Amerika, Rusya, Çin, büyük ve etkili güçler oldukları halde, Avrupa egemen güç değildi. Avrupalıların silahlanmaya ayırdıkları bütçeleri ikinci dünya savaşından sonra daha da azaldı ve çaresiz güçlerinin çoğunu ekonomiye ayırdırlar; aynı zamanda savaş araçları üretmeye ve üçüncü dünyaya satmaya devam ettiler. Bu çark, dünyadaki enerji kaynaklarının önemi artınca işlemez hale geldi. Avrupalılar yaşlanmaya ve güçsüzleşmeye başladılar. Amerika'nın ve Rusya'nın Orta Asyadaki enerjiye olan ilgileri açık bir çatışma alanı oluşturunca ,yeni ve güçlü bir ortağa ihtiyaç duydular. Bu ortak elbette yeni kurulan Türkiye idi...

Orta Asya'nın bozulan doğal dengesi ve savaşların sebep olduğu tarihe, yine Orta Asya'nın doğal kaynakları ve savaşlar yön verecekti. Türkiye bu sebeple Avrupalı olarak kabul edildi. Avrupa yüzlerce yıl yok etmeye çalıştığı ur'u, yeniden diriltmekten başka çaresi olmadığını anladı; ancak onu hala ur olarak görmeye devam ettiği için hazmetmekte zorlanacak. Türkiye, Avrupalıların zehirleri, acımasızlıkları ve sinsilikleriyle bu hale gelmişti; yine onların kurallarıyla eski haline dönecek...hepsi bu...

Seçkin DENİZ, 18.12.2004